12 Ekim 2013 Cumartesi

yazıATOLyesi Sayı:17

Yaşamaktan vazgeçmeyelim
Bana sayılardan bahsetme,
Sonsuzluktan konuş biraz
Noktalardan değil
Uçsuz bucaksız çizgilerden bahset
Renklerin her tonunu bulalım beraber
Hepsine ayrı bir anı koyalım.

Fırtınadan değil,
Saçlarımı okşayan rüzgârdan
Uçurtmadan bahset ,
Özgürce kanat çırpan martıdan ya da

Bana gülden bahsetme
Bilmediğimiz kokuları keşfedelim
Bilinmeyeni arayalım
Bulacağımızdan değil
Olsun, vazgeçmeyelim
Sayısını bilmediğimiz günlerimizi
Hissederek yaşayalım
Yaşayalım şah damarımızdan yakın olanı

Vazgeçmeyelim
Yoksa kaybolur anlamı yaşamanın
Bir âmânın karşısındaki tablo gibi

Sesleri hissedelim
Her notayı, tek tek
Kuş cıvıltılarını,
Çaresiz bir çığlığı,
Kurşun sesini...
Duyalım ki sağır olmasın kulaklarımız.

Öylesine sevelim,
Öylesine yorulalım ki
Anlayalım halinden emekçinin
Akşam sofrasına sevgimizi de koyalım
Alın terimizin yanına…

Öznur SARIKAYA

yazıATOLyesi  Sayı:17

19 Temmuz 2013 Cuma

yazıATOLyesi Sayı:9 mart 2011

 Ne Yapmalı?

Rolünü beceremedi, çıkmak istedi oyundan, bırakmadılar. Hem oyundan atmak istediler, hem çıkmasını engellediler. Ne yapmak istediler?

Denedi, oyunda mutlu olmayı, göz ardı ederek bazı şeyleri. Kimi zaman sustu, kapadı gözlerini. Dayanamadı, kabullenemedi insanların tuhaflıklarını. Denedi oyunda onları sevmeyi, onlar gibi olmayı… Fakat bir türlü yakıştıramadı kendisini onların sahte dünyalarına.

Ne yapmalıydı? Çıkmalı mıydı oyundan?

Peki ya arkadakiler? Düşünceler bırakmadı peşini… Ne yapmalıydı; saklanmalı mıydı onlardan, uzaktan mı izlemeliydi onları yapmacık dünyalarına girmeden? Evet, ne yapmalıydı?

Kimse bilmiyordu, kimse bilmiyordu içindeki rutubeti; kendisini içi boşalmış bir kadavradan farksız hissettiğini…

Kimse yoktu yanında. Karanlık ilk kez korkuttu onu. Korkuları, üzüntüleri, sevinçleri… Neye üzülüp, neye sevinecekti, bir türlü karar veremedi.


Gitmeli miydi, kalmalı mı?

yazıATOLyesi sayı:9
Mart 2011

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Artık ergence değil, tamam :)

Blog adresimi oznursarikaya.blogspot.com olarak değiştirdim. Çünkü açarken arkadaşım öylesine bir ad bul, sonra değiştirebilirsin demişti. Yani benim için önemli olan bu bloğu açmaktı, sonra istediğim değişiklikleri zaten yapabilirdim. Benim de aklıma ilk olarak yellowrockosnur geldi. Herkes yellow ve rock olarak kombin yaptığımı düşünüyor, saçma ve ergence buluyor. Aslında yıllar önce ben küçükken dil bölümünde okuyan kuzenim yeni msn açmıştı yellowrock adında. Biz de sormuştuk niye sarı ve rock diye, o da Sarıkaya’nın İngilizcesi demişti J Tamam çok mantıklı değil ama o zamanlar aşırı derecede rock dinlediğim için hemen ben de yellowrockoznur adında bir msn açtım. O gün bu gündür de ismimi paylaşmak istemediğim yerlerde, site üyeliklerinde, nick name olarak falan hep onu kullanırım. Blog açarken de aklıma ilk bu geldiği için böyle oldu. Bir de ilk açtığımda böyle kişisel düşüncelerimi adımı kullanmadan paylaşacaktım. Böylece rahat rahat kendimi ifade edebilecektim. Neden sonra, bu düşüncemden vazgeçtim. Zaten bloğu twitterda paylaşıyordum yazdıkça. Yani bloğun bana ait olduğu kabak gibi ortadaydı J Böylece adımı artık insanların, ne biçim ergen gibi adres,  düşüncelerine daha fazla mahal vermeden, ben de normalleşiyorum J
Bu sene yelloworck’lı maili artık kullanmamama son etki, bir psikologtan dolayı oldu. Denemediğim şeyleri denemeyi severim. O sebeple, hep merak ettiğim psikoloğa gittim, psikolog bey mail adresimi istedi. Bense yine utana sıkıla yelloworckoznur@windowslive.com diye söyledim, o da Öznur, bence profesyonel bir adres açmalısın dedi. Bunun uzun zamandır farkındaydım elbet ama ertelenir ya böyle şeyler, kaldı işte. Neyse gittim yurda nihayet adım soyadım geçen profesyonel bir adres gmail adresi açtım, aferin bana J
Şimdi bunlardan bana ne diyebilirsiniz, mantıklı. Ne bileyim işte paylaşmak istedim sadece J

14 Temmuz 2013 Pazar

#herkesçocukkenbirazsaftır :)

Herkes çocukken biraz saftır. Ben de öyleydim J


Geçmişe dair çok şey hatırlarım. İlkokulda sınıf sınıf nerede ve kimlerle oturduğumu, olayları, küçücük ayrıntıları bile…
Küçükken ablam bir keresinde demişti ki televizyondaki insanlar da bizi görüyor. Ona göre uslu durun evde. İnanın yaklaşık 10 15 dakika televizyonun önünde düzgünce oturup hanım kız gibi davranmıştım. Ne var ki sonradan anlamışım ki koşa koşa ablamın yanına gidip beni kandırdığına emin olmak istemiştim J

Yağmurlu bir gündü. Annem bana ve ikizime ablamdan ve abimden kalan yağmur çizmelerini giydirmişti. Biz de zorla giydik hiç beğenmiyorduk onları çünkü. Bütün bir gün boyunca o çizmeleri kimse görmesin diye ikizimle hiç dışarı çıkmamıştık. Hatta sıradan bile kalkmamıştık! Şimdiyse o çizmelere bilmem kaç lira verdim ve keyifle giyiyorum. Moda ya hani(!) Ne tuhaf değil mi?

1.sınıfa yeni başlamıştık. İkizimle el ele tutuşup teneffüs boyunca gezerdik. Annem tembihlemişti herhalde birbirinizin elini sakın bırakmayın diye. Abiler, ablalar yanımıza gelip siz sevgili misiniz diye sorduklarında acayip şaşırıyorduk. Yoo biz kardeşiz diyorduk sadece. Bilinçaltımıza el tutuşmamızın hoş olmadığı fikrini kazımışlardı, haberleri yoktu. Yan yana oturuyorduk ikizimle. Ta ki bir gün öğretmen bizi ayırana kadar… Eve gidip ağlamıştık öğretmen bizi ayırdı diye. Ayırdı dediğim, Özgür’ü arka sıraya gönderip yanıma bir kız oturtmuştu. Çok uzaklaşştık yani J Abim ve ablamla aynı okuldaydık o zaman. Öğretmenle konuştular, o da arkadaş edinmemiz için bunun daha doğru olduğunu söylemiş. O gün bu gündür ayrıyız J

Ben çocukken çok inatçıydım. İstemediğim hiçbir şeyi yaptıramazlardı bana. Bir gün banyodan sonra annen bana koltuk altı aşağı doğru yırtılmış bir atlet giydirmeye kalktı. Ne cüret! Süslü bir kıza öyle bir atlet giydirilir mi hiç! Bastım çığğı, ben bunu giymeeeeeem diye. Annem de tepkime şaşırmış olsa gerek zorla giydirmeye başladı. İnat değil mi giymeyecektim işte. Üstümde giydirmeye çalışırken daha da yırtılmış atletimle annemin kolları arasından sıyrılıp evden kaçtım. Öyle hızlı koşuyordum ki, peşimde 4 kişi(annem, abim, ablam, Özgür) beni yakalamaya çalışıyordu. Nefes nefese son hızımda koşuyordum. Bir yandan da onca insan beni yakalayamadığı için de keyifleniyordum. Mahalleyi tavaf etmeme ramak kala karşıma biri çıktı (sanırım Özgür’dü) ve yakalandım. Büyük bir zafer ve mağlubiyet küçük bedenimi kuşatmıştı. Bir taraftan 4 kişi beni dakikalarca yakalayamamıştı, diğer taraftan, yakalanmıştım J

Bir keresinde annemle pazara gitmiştik. Annemin elini bir an bırakmıştım ya da o bırakmıştı. Sonra yukarı bakmadan elimi uzattım ve elini tuttum. Bir gaiplik sezdim ve bir baktım ki elini tuttuğum kadın başka biri. Hemen bıraktım ve eve gitmeye çalıştım. J

4. sınıftaydık. 3lü bir arkadaş grubumuz vardı. Beraber çok vakit geçiriyorduk. İçlerinden biri “Witch” dergisi okuyordu, sonra hep beraber okumaya başladık. Bir de baktık ki kendimizi peri sanmaya başladık. Üstelik o zaman “Sihirli Annem” tarzında diziler bile yoktu. Yani onlardan öce biz zaten periydik J Dalga geçmiyorum biz gerçekten peri oluğumuza inanıyorduk. Sihir bile yapıyorduk. Ben gözlerimle yapıyordum, diğerleri elleriyle yapıyorlardı. Kendimizi test etmek için deneyler yapardık. Maç oynayan öğrencilere bakıp “Bak şimdi şu çocuğa sihir yapıp düşüreceğim” tesadüf bu ya gerçekten de düşüyordu J Böyle bir sürü deney yaptık, nerdeyse hepsi de olası şeylerdi ve oldu. Bu da bizi gerçekten peri olduğumuza inandırmaya yetmişti. (aslında bu üçümüz arasına bir sırdı ama artık koca kızlar olduk, sihir mihir de yapamıyoruz zaten açıklayabilirim diye düşündüm. J)

Okula giderken yokuşun sol tarafına bir petrol vardı. Okula giderken hep dikkatimi çekerdi; oraya hep gökkuşağı düşerdi. Yerde rengarenk… Ayağımla şeklini değiştirmeye çalışırdım geçerken. Merak ederdim hep nasıl gökkuşağı düşer diye. Biraz büyüyünce anladım ki, yere dökülen petrolün üzerine su gelince rengarenk oluyormuş. Hayal kırıklığına uğramıştım; keşke hiç büyümeseymişim L

Benim için en karizmatik isim Ercüment’ti. Mercime
ğe benzetirdim ama yine de o ismi taşıyan adam çok havalı gelirdi bana. Bir diziden falan etkilenmiştim her halde J

İkizimle bir gün yüzüyoruz denizde (yüzüyoruz derken, yürüyoruz J) sanırım 8 yaşında falandık. Sınıf öğretmenizi gördük, hiç de sevmezdik okul dışına öğretmenle karşılaşmayı. Neyse öğretmen sahilde güneşleniyordu, biz de girdik denize. İkimizin ortak kararıydı; öğretmene rezil olamamak için yüzüyor taklidi yapmaya başladık. Yürürken ayaklarımızı hafif kırarak ellerimizle kulaç atıyorduk ve öğretmenizi kandırıyorduk(aklımızca) J

Bir gün Özgürle yine okuldayız. Sene 1999, deprem yılı, biz 1.sınıftayız. Kocaeli, depremi yaşayan bir yerdir. Neyse, dersteyiz, birden öğretmen apar topar hepimizi dışarı çıkardı. Biz tabi anlamadık noluyo diye. Herkes dışarıdaydı. Yine el ele tutuştuk ve bahçede gezinmeye başladık. Bakıyoruz, herkes ağlıyor. Biz de oyun yaptık kendimize, gördüğümüz herkese, bu da ağlıyo, bu da ağlıyo diyorduk. Saydık saydık, epey kişi ağlıyordu. En son cesaretimizi topladık ve birine sorduk. Şey, abla herkes neden ağlıyo? –Deprem oldu canım az önce. Der demez ben ağlamaya başladım.(jeton geç düşş J) Abartmıyorum, eve gidene kadar ağladım, özgür de güldü.(o hep güler zaten J) Eve geldik annem ağladığımı gördü, neden ağlıyor kardeşin, diye sordu. Özgür de anlattı, annem kızdı ağladığım için, ağlanır mıymış hiç J

Ablamın bir hastalı
ğı vardı, doktora gitti, filmini çekmişler. Annem eve geldi, ablanın filmini çektiler dedi. Özgürle ben de heyecanlandık. Nası yaa dedik hemen televizyonu açtık J Annem de öyle film değil dedi. Ne bilelim 6 yaşında çocuklarız, film deyince televizyondaki şeyden başka bir mana bilmiyoruz ki. J

Bir şeyler oldu, ben bu röntgenden çok korkar oldum. Öyle böyle değil, korkumdan geceleri uyuyamazdım. Ne hikmetse o zamanlar, herkesin bir yerlerine bir şeyler oluyordu. Hastaneye giden röntgenle geri geliyorlardı. Ablamın beli ve kafatası, abimin ayağı ve ağzı, annemin de bacaklarının röntgeni vardı evde. Kabus gibi! Bense bunları zihnimde birleştirip bir iskelete dönüştürüyordum. Hep dua ederdim: Allaam işşalla bi yerime bişey olmaz da bana da röntgen çekmezler, amin. J

Nalan diye bir şarkıcı var, şu sıralar meydanda olmasa da o zamanlar epey popülerdi. Aslında gözleri o kadar da çekik olmamasına rağmen ben onu nedense Çinli zannederdim J Bir gün ablamlara söyledim bana hepsi nasıl güleceğini bilemedi J Mantığa bak Çinli ama maşallah Türkçe konuşmayı geçmiş, şakımaya başlamış J

Küçük Onur diye bir çocuk vardı ki, o benim prensimdi. Dizisini hiç kaçırmaz, pür dikkat izlerdim. Çok süslü bir çocuktum, aynanın karşısında hep saçlarımı tarardım. Bir gün fark ettim ki, saçlarımı küçük Onur’un saçları gibi taramaya çalışıyorum, hem de tarağı ıslatıp da J

Gülben Ergenle Hülya Avşar’ın kavgasında Gülben Ergen’i, popstarda Abidin’i tutardım. Hatta Abidin kazansın diye her gece yatmadan dua bile ederdim. Kazanınca da sevinçten annemin kucağına atlamıştım. (Ee, kazandı da nooldu, sana bi hayrı mı dokundu? Çocuktuk işte, bilemedik saçmalık olduğunu.)

Yeşilçam filmleri evimizin neşe kaynağıydı.(hala daha öyle) Güdük Necmi karakterini yıllarca Düdük Necmi sanıp niye adama düdük diyorlar diye düşünmüştüm.

Daha düşünsem bir bu kadar daha çıkar çocukluktaki saflıklarım ama upuzun bir yazı oldu zaten. Bilirim insanın okuyası gelmez.

Siz de yorum yaparak kendi çocukluğunuzdaki saflıklarınızı anlatsanıza, çok eğlenceli J

***Not: Saftım diye döşedim de bu küçükken çok akıllı bir çocuk olduğum gerçeğini değiştiremez, 6 yaşında okumayı söken, sınıfımın en iyilerindendim. Sınıfımın müzik öğretmenliğini üstlenmiştim, resimlerim ve yazım çok iyiydi. OKS’yi dershaneye gitmeden kazandım falan filan, anlatmayayım şimdi, kendimi övmeyi sevmem J ***


29 Mayıs 2013 Çarşamba

Gece - yazıATOLyesi sayı-16

Gece
Gece, gamını getirdi gene,
Yas, yalnızlık, yılgınlık yine,
Hüzün, hasret, hayaller hep,
Beni, bizi bıraktı bitkin.
Gece yine hazan, hep biz…

Düşünceler, gece…
Sen düşünce düşüme,
Bir sızı hissederim.
Aklımdaysa bir soru;
Sevda sevmek mi gönülden,
Kavuşamamak mı?
Düşünce sen aklıma gece,
Yine hazan, hep biz…

Gün ışığında buharlaşan duygular,
Gece gelince yerleşir yeryüzüne,
Yoğun hisler, sığ mantık.
İşte o zaman
Düşünce sen düşünceme,
Gece yine hazan, hep biz…

yazıATOLyesi
Kültür Edebiyat Düşünce Dergisi
Sayı:16

Haziran-2013

25 Mayıs 2013 Cumartesi


Merhaba sevgili takipçi,

Bugün ilk öğretmenlik tecrübemi noktalamış bulundum. Malum okul dönemi sona eriyor. Benim de kursum bu gün bitti. Çok güzel bir tecrübe oldu bu benim için. Yaşımdan büyük iki öğrencim vardı. İlk başta onlara eğitim verecek olmaktan dolayı tedirgindim fakat sonra onların dersime olan ilgisini gördükçe endişem yok olup, yerini ilgi ve hevese bıraktı. Bütün derslerime gelip, aktif olarak katılarak bana yardımcı oldular. Geri kalan 3 öğrencimse derslere istikrarlı gelmeyerek beni hayal kırıklığına uğrattılar. (Sınıfımız 5 kişiydi de J) Son dersimiz güzel geçti ama.
Aslında kafamda bir fikir vardı. Öğrencilerden küçük kağıtlara benimle ve dersle ilgili düşüncelerini yazmalarını isteyecektim isimlerini yazmadan ama unutkanlığıma kurban gitti. Halbuki bütün hafta bunu düşünmüştüm. Gelebilecek cevapların neler olabileceğini falan. Buna biraz üzülsem de geçti artık bir dahaki sefere olur inşallah.
Küçükler grubuma da haftalardır istedikleri sınavlarını yaptım. Pek açık bir sınav olmadı sanırım bir sürü soru sordular. Sürekli yanıma gelip öğretmenim bu nasıl olacak, böyle mi olacak gibi sorular geldi. Ben de bu sınavın bir yaptırımı olmadığından yardımcı oldum onlara, kıyamadım ne yapayım :) Bir de başarısız olmalarını istemedim işte. Bu hem benim hem de onların başarısızlığı oluyor zira. Neyse 80 üzerinden olan sınavıma da 20 puanlık sözlü yaptım, ortalama puanlar aldılar. Velhasıl, özleyeceğim bu 3 aylık yaşadığım öğretmenlik rolümü. Umarım seneye de orada ya da başka bir yerde böyle güzel bir deneyim yaşarım. 

Teşekkürler, önüme gelen fırsatlar :)


29 Nisan 2013 Pazartesi

Ne Sözler Ama, Vay Bee

Korkarak Yaşıyorsan

Öyle bir hayat yaşadım ki;
Cenneti de gördüm cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.

Bazıları seyrederken hayatı en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım.

Öyle bir rol vermişler ki;
Okudum, okudum anlamadım.

Öyle bir hayat yaşadım ki;
Son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan anladım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım, hem güldüm halime.

Sonra dedim ki,
Söz ver kendine!

Denizleri seviyorsan,
Dalgaları da seveceksin.

Sevilmek istiyorsan,
Önce sevmeyi bileceksin.

Uçmayı seviyorsan,
düşmeyi de bileceksin

Korkarak yaşıyorsan,
Yalnızca; hayatı seyredersin...


Nasıl sözler bunlar, ne kadar anlamlı. Müzik, sözler, şarkı ve ses. Muhteşem kombinasyonun sonucu bu şarkı. 
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredersin... O kadar, kısa ve net. Müthiş.

Bu sözleri Şebnem Ferah'tan duymuştum; daha sonra diksiyon kursunda şiir çalışması yaparken bir de gördüm ki bu Nietsche'nin şiiriymiş. 
Şebnem'e olan hayranlığımda bir değişiklik olmadı elbet. Kaldı ki bu sözlerin Şebnem'in ağzından çıktığına hiç şaşırmazdım.
Her zaman sözlerindeki derinliği sezmişimdir ve hepsinde bir yaşanmışlık, bir duygu vardır sözlerinin. 
O yüzdendir ilkokul dördüncü sınıftan beri ona hayranlığım. Müzik ruhuna onunla kapıldığım için çok şanslıyım velhasıl.
Neyse, Nietsche'nin şiirini(!) paylaşayım derken yine bir şok! E bu şiir Nietsche'nin değilmiş. 
Uzun uzun tartışmalar olmuş farklı farklı forumlarda. Okudum çoğunu tatmin olamadım. 
İkna olmuştum çünkü bu şiirin Nietsche'nin olduğuna. Hatta sevgilisi Salome'ye yazmış. Derken bir yazı dikkatimi çekti. 
Bir vatandaşımız o kadar sıkılmış ki bu tartışmadan, "Nietsche Ağlarken" adlı kitabın yazarı, bilim adamı İrvin Yalom'a mail atmış. Konuyu açıklamış. 
O da üç saat sonra dönüt  vermiş:
Dear ozlem, this cant be written by Nietzsche, i've never seen it before -- Irvin Yalom" (Sevgili Özlem bu şiir Nietsche tarafından yazılmış olamaz, daha önce hiç görmedim.) 
Bu sefer bende yine 'disequilibrium' durumu oldu. Yani memnun kalamadım yeni bilgilerimden equilibrium haline geçemedim. 
Sonuç olarak, benim de hoşuma giden, bu sözler Şebnem Ferah’ın sözleri olduğuydu. (işte bu J )
Bugün zaten porselen ve seramiğin ayrı şeyler olduğunu öğrendiğimde de aynı şeyi hissetmiştim. Yıllardır çok da üzerine düşünmediğim ama aynı olarak bildiğim şeyler farklıymış meğer. 
Hoş, bu durum şimdi bildiklerimin yanlışlığına ileride rastlayacağımdan daha az etkili olamazdı ama yine de insan bir garip oluyor. 
Farklılarmış bahsettik madem kısa bir paragraf ekleyeyim dedim öğrenelim neymiş.

"İki ürün grubunun da, gerek hammaddeleri ve gerekse üretim şekilleri tamamen farklıdır. 
Bu farklılıklar, ürün özelliklerine yansımaktadır. Seramik ürünlerin pişirim sıcaklıkları porselen ürünlerden daha düşük olduğu için, poroz (su geçirgen) ürünlerdir. 
Bunun sonucunda, seramik ürünlerde uzun süreli kullanımlarda, su emmesinden kaynaklanan sır çatlakları ortaya çıkar. 
Ayrıca, pişirim sıcaklığının düşük olmasından dolayı, sır sert bir darbeyle çatlayabilir. Bir diğer fark ise, seramik ürünler ışığı geçirmezken, porselen ürünler ışık geçirgenliği özelliğine sahiptirler."

Bir şiirden, şarkıdan buralara gelmek beni de şaşırttı sevgili takipçi fakat doğaçlama bir yazı da ancak bu kadar olur herhalde. 

*Mutluluğu yakalamak ve bırakmamak ümidiyle...

18 Mart 2013 Pazartesi

YÜZLEŞME - yazıATOLyesi sayı:15 Şubat 2013



YÜZLEŞME 

"Hayat, hep bir fazlasını isterken sahip olunanın ıskalanması gafletidir.
Sahip olduklarını sev vesselam." (Erdal Demirkıran)


           Değer yargılarımız olmasaydı, başka bir toplumda dünyaya
gelseydik, ya da ailemiz, inancımız, farklı olsaydı, yine aynı
biz olur muyduk? Peki biz kimiz, kim olduğumuzun bilincinde
miyiz? Bilincimizde, olmak isteyip de olamadığımız, engellenmiş
bizin farkında mıyız?

         Evet, insan… Çelişkilerin mağduru, karmaşanın bel kemiği,
farkındalığın cahili, kendini aradığı kaosta iç bunalımının
esiri… Tuhaf. Ne için uğraşıyorsak? İki dünya için çalışmak gerek
ya, madem öleceksek ve öteki dünya sonsuz olansa(ki bunda
şüphe yok) neden hiç ölmeyecekmiş gibi çabalayıp duruyoruz.
Ölüm neden hep uzak gelir bilmezken bir dakika sonraki
akıbetimizi(ilginç olan bunları yazarken hala bunu hissedememem).
Kaç kişi ölmeden bir dakika önce düşünmüştür acaba
ölümü? Belki de bu bilinmezliktir hayatı girift kılan...
         İnsan ne için yaşar? Mutluluk içinse, neyle nasıl mutlu
oluruz biliyor muyuz? Hep mutluluk peşinde koşarız mutluluğun
geçici olduğunu bilsek de. Şu dakika mutluyuzdur ama
insanız, o mutlu olduğumuz durum bize artık mutluluk vermeyecek.
Elimizdekiler yetmeyecek, hep biraz daha fazlasını
isteyeceğiz, bunun için olacak didinmelerimiz.
Peki ya başarı için, başarmak için yaşıyorsak? Öyle ya kimi
insanlar vardır bu dünyaya geliş gayesini başarmak olarak gören;
gerçekleşmesi beklenen hayaller, hedefler ile yaşayanlar…
Evet, çok normal başarıyı hedeflememiz, birbiri ardında sıralanan
başarıları elde etmeye çalışmakla geçerken hayatımız. Mücadele
anne rahminde başlayıp ruhumuzu teslim ettiğimizde
sona erer aslında. Bir sınavı atlat, başarılı ol, yenilerine hazırlan
döngüsü doğumdan ölüme sürer gider. Dünyaya gelme başarısını
elde etmiş bir bebek, buradaki bütün sınavlara girmeyi
kabul etmiş demektir. Geldiysek yaşayacağız o halde, akışı takip
edeceğiz zamanın, ömrün akışını... Plan kurmaksızın, hesapsızca…
Beklemek gerek, hayat bize ne gösterecek. Yaşayarak, deneyimleyerek
göreceğiz. Kim bilir belki de göremeyeceğiz.
          Yol ayrımları, kritik kararlar; atik davranmak, fırsatları
değerlendirmek; sevdiklerimize vakit ayırmak, zamanın hızı
içinde kaybolmadan yaşayabilmek ve daha nice olası, yapılası
fakat çoğu zaman bir araya toplamakta güçlük çektiğimiz şeyler…
Çoğu zaman birini yapmaya çalışırken diğerini aksatırız
beceriksizliğimizden, birine odaklanmışken gözümüz görmez
olur diğerlerini…

İşte insan olmanın acziyeti…
Zor zanaat insanlık vesselam …

Öznur SARIKAYA
yazıATOLyesi sayı:15 şubat-2013


8 Mart 2013 Cuma

Merhaba:)
Sonunda bir blog açtım. Aslında hep aklımda açmak vardı ama erteleme hastalığımın kurbanlarından biri de bu :) Neyse, arkadaşımın yardımları sayesinde açmaya teşebbüs ettim ve nihayetinde açtım. umarım klavyemden hoş yazılar çıkar. Şimdilik bu kadar :)
Yorum falan yazarsanız öyle mutlu olurum ki ben J